"SOSYAL DEVLET, SOSYAL ADALET, DEMOKRASİ VE EŞİTLİK İÇİN…"


 
(20. Olağan Genel Kurul Açılış Konuşması)

Neden "Sosyal Devlet, Sosyal Adalet, Eşitlik ve Demokrasi için…” dedik? Çünkü, 
Anayasamızda tarif edilen haklarımızı kullanamadığımız bir düzende yaşıyoruz. Tüm dünyada bu yönde sosyal devlet anlayışı yıkılıyor.  Toplumun en güçlü, en donanımlı demokratik kitle örgütleri olarak biz sendikaların karşısındaki sorun, ayağımıza dolanan lokal veya dönemlik sorunlar değildir. 
Tüm sorunlarımızın kaynağındaki en temel sorunumuz "Ülkenin Anayasal Sosyal Hukuk Devleti” karakterini yeniden inşaa etme sorunu, yani içinde yaşadığımız ekonomik, sosyal ve siyasi düzen sorunudur. Anayasamıza, Sosyal Hukuk Devletimize sahip çıkma sorunudur. Diğer tüm sorunlarımız bundan kaynaklanıyor.
4 yıllık zor bir çalışma dönemini geride bıraktık. Emekçiler olarak bu dört yıldan payımıza, yine kriz, yine borç, yine yoksullaşma düştü. 
Geçim derdi, enflasyon, işsizlik, iş kazalarında ölüm ve yaralanma yakamızı bırakmadı. Hak kayıplarımız oldu. Örgütlenmenin önündeki engeller devam etti, grevler, direnişler işyerlerinin önünden eksik olmadı. Emekçiler olarak, bırakın yeni bir hak elde etmeyi, var olanı elde tutmak için çaba harcadık. 
Geriye dönüp baktığımızda; sendikal hak ve özgürlüklerine kavuşmak için işlerinden olan emekçiler, sendikal örgütlenme uğruna özgürlüğünden olan sendikacılar, sanatları ellerinden alınan sanatçılar, kapılarında mücadele çadırları eksik olmayan işyerleri ve türlü türlü direniş hikayelerine tanık olduk.
İnsanlık tarihi toplumsal mücadelelerle şekillenmiştir. Biz de bu anlayışla, birliğimizi, dayanışma ve mücadele ruhumuzu ayakta tutmaya çabaladık. Sendikamızı aldığımız noktadan bir ileri taşımaya çalıştık.
Geçtiğimiz dönemde birçok yasal düzenleme biz emekçileri zora soktu. Karşı karşıya kaldığımız dayatmalardan sonuncusu bu dönemin kamu toplu sözleşmelerinde elimizi kolumuzu bağladı. 
Kasım 2017’de KHK ile 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununa eklenen Ek 2. Madde, hükümet ile Türk-İş arasından imzalanan kamu çerçeve anlaşma protokolünü zorunlu hale getirdi. Toplu sözleşme özgürlüğümüz kısıtlandı. 
Oysa Kamu protokolünün amacı, genel zam ve sosyal yardımlarda kamu işçisi arasında eşgüdüm sağlanması idi. Yoksa, ücret dengesizliklerini, işyerleri arasındaki dengesizlikleri gidermeye, sorunları çözmeye dönük taleplerin önünü tıkamak değildi. 
Gelinen noktada işyerlerinde ücret anlamında tam bir adaletsizlik hakim. Aynı işi yapanlar arasında, kurumlar arasında, taşeron ve asıl kadro arasında, geçici işçi sürekli işçi arasında, kıdemli işçiler arasında yani her kademede sorun var. Bu sorun, tüm sendikaların önümüzdeki dönemde ortak hareket etmesi gereken konulardan birisi olacaktır mutlaka.
Ayrıca bu yasal düzenlemenin iptali için CHP Grubu 2018 yılında Anayasa Mahkemesine başvurdu. Bizim de Konfederasyon düzeyinde bunun takipçisi olarak iptali konusunda çalışmamız gerekiyor.
Geçtiğimiz dönemin en önemli iki dayatması Zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi ve Zorunlu Arabuluculuk Sistemiydi…
Bu iki konu çok önemlidir ve Sosyal devletin garanti etmesi gereken sosyal adalet ve sosyal koruma ilkelerini hiçe sayan düzenlemelerdir. 
Zorunlu BES’le cebimize ve kamu sosyal güvenlik hakkımıza, Zorunlu Arabuluculukla hak arama özgürlüğümüze göz diktiler.
Peki, SGK gibi zorunlu bir emeklilik sistemimiz varken; özel bireysel emekliliğe neden zorlanıyoruz? Cevabı açıktır. Piyasalaştırma.
Zorunlu BES ile bir yandan sosyal güvenliğin özelleştirme çalışmalarına katkı, diğer taraftan birikimlerimizin finans sektörüne transfer edilmesi amaçlandı. Bir üçüncü amaç da bu birikimlerin devlete ucuz kaynak oluşturması. Bu konuyla ilgili çokuluslu şirketlerin ve ülkemizdeki uzantıların yıllardır kulis yaptığını biliyoruz. 
Zorunlu BES sisteminde devlet garantisi de yok. Yarın bu fonlar batsa hesap soramayacaksın. "Caysaydın” diyecekler. Sonuç olarak, birikimlerimiz bireysel emeklilik fonlarında eriyecek. Tıpkı devlet garantisi olmasına rağmen 1986’daki konut fonu; 1988’deki zorunlu tasarruf fonu gibi fonlarda eridiği gibi.
Zorunlu Arabuluculuk da kendilerini ele verdiler. TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun: "bu yasa bizim için zaferdir, bu yasayı hükümetle biz çıkarttık; çünkü iş mahkemelerinde devam eden davaların %99,2’sini kaybediyorduk” açıklaması, bu yasanın emekçileri işverenin kucağına attığının ispatıdır.
Bu düzenleme işveren için çıkarılmıştır. Amaç işten atılan işçileri korumasız, ailesinin geçim sıkıntısı ile yasal hakları arasında çaresiz bir şekilde pazarlık masalarında en aza mahkum etmektir. Bu düzenleme, işçiye, "2-3 yıl mahkemede sürün ya da hakkından vazgeç, işverenin sana layık gördüğü sadakayı kabul et” demekten başka bir şey değildir. 
Bu sistem mutlaka kaldırılmalıdır. Davaya konu olacak alacaklarımızın derhal ödenmesi için önlemler alınmalıdır.
Bir başka sorun vergi adaletsizliği…
Adaletli olan az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi sistemidir, değil mi? Peki bizdeki nasıl? Bunun tam tersi. Az kazanandan çok, çok kazanandan az vergi.  Artan oranlı vergi sistemiyle, katma değer vergisi, özel tüketim vergisi gibi dolaylı vergilerle adeta sömürü düzeni kuruldu. 
OECD Rakamlarına göre Türkiye’nin vergi yükü %37,21 ve bu yükle biz, Almanya, Japonya, İngiltere, İspanya, Hollanda ve Norveç gibi ülkelerden daha fazla vergi veriyoruz.
Siz yılbaşında aldığınız net maaşı yıl sonunda alamıyorsunuz. Her yıl kazancınızdan 2 net maaş tutarında vergi veriyorsunuz. 
Ayrıca tam olarak yararlanamadığınız sağlık ve sosyal güvenlik sistemi için bir o kadar da prim veriyorsunuz. Yediğinizden içtiğinizden verdiğiniz Katma Değer Vergilerini, Özel Tüketim Vergilerini, Damga Vergilerini eklerseniz, her yıl brüt kazancınızın yarısını devlete veriyorsunuz. 
Peki karşılığını alabiliyor musunuz? 
Alamıyorsunuz. Bu adaletsiz sistem dünyanın hiçbir yerinde yok…
Vergi adaleti mutlaka sağlanmalı özellikle asgari ücretli için en asgari vergi düzenlemesi hayata geçirilmelidir.
Bir benzer adaletsizliği işsizlik sigorta fonunda yaşıyoruz. 
İşsizlik Sigortası Fonu adeta işverene destek fonu. İşsizlik azalsın diye bilmem kaçıncı kez destek paketi açıklandı. Peki işsizlik azaldı mı? Hayır! Yakın zamanda torba yasayla bir teşvik daha açıklandı. 
İşverenin 9 ay boyunca işten çıkarmamak koşulu ile istihdam ettiği her yeni işçinin ilk 3 ay ücreti, 9 ay boyunca da vergi ve sigorta primleri İşsizlik Fonundan karşılanacak. 
Açıklanan verilere baktığımızda görüyoruz. Ödenen teşvikler sermayenin yanına kâr kalıyor. İşsizlik artmaya devam ediyor. 
Açıklanan Eylül rakamlarına göre Haziran 2018 ile Haziran 2019 arasında işsiz sayısı 1 milyon 36 bin arttı. İş bulmaktan ümidini kesenleri, iş aramayıp çalışmaya hazır olanları, mevsimlik işsizleri dahil ettiğimizde işsizlerin sayısı 7 milyona dayandı, işsizlerin çalışanlara oranı %19,9’a fırladı. Genç işsizlerin oranı %26’ya dayandı. Kadınların işsizliği %35,5.
Her ay bizim ücretimizden bir para kesiliyor. İşsiz kaldığımızda bize verilsin diye. Ama bu ne yaman çelişki ki, bu paralar bizi işsiz bırakanlara veriliyor. 
İşsizlik fonu artık sahibi yani bizler için çalışmalıdır. Yararlanma koşulları kabul edilebilir düzeylere çekilmelidir.
Gelir Adaletsizliği sadece bu ülkenin değil tüm dünyanın ciddi bir sorunu
Dünya üzerindeki 26 en zengin kişinin serveti tam 3,8 milyar insanın toplam servetinden fazla. 2008’den beri milyarderlerin sayısı iki katına çıktı. Bunların servetine hergün 2,5 milyar dolar eklendi. 
Dünyanın tepesindeki %1, dünya toplam servetinin %27’sini alıyor. Türkiyenin en zengin %20’si tüm servetin yarısını elinde tutuyor.
Ve tüm bu zenginliklerine rağmen bizim kadar vergi vermiyorlar.
Dünya genelinde 821 milyon insan açlık çekiyor. Bakın, yoksulluk demiyorum. Açlık çekiyor. Bunların 151 milyonu 5 yaş altındaki çocuk.
Dünya Gıda ve Tarım Örgütünün rakamlarına göre 2013 yılından beri gıda fiyatları dünya genelinde %20 azalırken, Türkiye’de %32 arttı.
Bir başka sorun, 99’dan beri devam eden Emeklilikte yaşa takılanlar yani "EYT Sorunu” 
EYT’liler aslında kime takıldıklarını iyi biliyor.  1999 öncesinde prim ve sigortalılık süresi koşullarını sağlayanlar yaş koşulu aranmaksızın emekli olabiliyordu. SGK’nın zarar ettiği gibi bahanelerle adeta maçın ortasında kural değiştirdiler. 99’da kademeli yaş sınırı getirdiler. 
Bir işçi çocukluğundan beri çalışıyor olsa da, belirli bir yaşı tamamlamadan emekli olamazsın dediler. İleri yaşlarda işten atılanlar nasıl iş bulacaklar düşünmediler, istihdam garantisi olmayan geçicileri, taşeronları düşünmediler. Onların kazanılmış haklarını gasp ettiler. Bu sorun acilen çözülmelidir. Adil bir emeklilik ve sosyal güvenlik sistemi hayata geçirilmelidir.
Mesela sendikalarımız artık tam anlamıyla özgür değiller. 
Yapılan bir değişiklikle eskiden sadece rapor hazırlama yetkisi olan Devlet Denetleme Kurulu, yeni Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile artık sendikaları denetleyebilecek, sendikacılara idari soruşturma açabilecek, onları görevden uzaklaştırabilecek. Kayyum atayabilecek. Bu da muhalif gördükleri sendikalar üzerindeki baskıyı artıracaktır. Gelecekteki tehlikelerden biri budur. 
Konuyla ilgili bir başka vahim gelişme TÜMTİS sendikasında yaşandı. Sendikal özgürlüklere yargı eliyle bir darbe vuruldu.
TÜMTİS Sendikası Ankara Şube Başkanı Nurettin Kılıçdoğan yaklaşık 3 yıldır hapiste. Nedeni örgüt kurmak ve bu örgüte menfaat sağlamak. Örgüt dedikleri Sendika. Menfaat dedikleri ise üyelik aidatı. 
Bu ucube karar, 1947 yılından beri sendikal haklarının yasalarla garanti altında alındığı, hukuk düzeninin bir parçası olduğu, Uluslararası Çalışma Örgütüne üye olan, uluslararası pek çok sözleşmeyi imzalamış bu ülkede verildi.
Kararı veren hakimler ve soruşturmayı yürüten savcılar FETÖ’den içeri alındı ama yeniden yargılama hakkı verilmedi. Hukuk ve adalet mekanizması maalesef içler acısı bir durumda. Düzenli olarak kendisini ziyaret ediyoruz. Nurettin Başkan uğradığı haksızlığın karşısında dimdik ayakta. 
Bir başkası grev hakkımıza inen darbe. 
Kolayını buldular. Eskiden Bakanlar Kurulu Kararıyla yapıyorlardı, şimdi Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle bir gecede erteliyorlar. Peki hangi gerekçeyle yapıyorlar bu işi? "Genel Sağlığı ve Milli Güvenliği bozduğu gerekçesiyle yapıyorlar. Peki bugüne kadar ertelenen grevlerin hangisi genel sağlığı ve güvenliği bozuyor hiçbiri.
Amaç "Yüksek Hakem”e zorlamak. Toplu sözleşmeyi işverenin istediği şekilde sonuçlandırmak. İşverenin istediği gibi demişken, Yüksek Hakem Tüpraş toplu sözleşmesini yakın zaman önce işverenin verdiğinin de altında bir ücret zammına bağıtladı. 
Yüksek Hakem Kurulu, "Yüksek Hak Yeme Kurulu” haline geldi.
Bir diğer tehlike ise kıdem tazminatı konusundadır. 
Biz çalışanların en önemli kazanımlarından biri olan kıdem tazminatının fona devri, yine gündemde. Aslında bu kavga 1970’lerden beri devam ediyor. 
2019 yılında açıklanan Onbirinci 5 Yıllık Kalkınma planında var. Bununla ilgili söylenecek her şeyi söyledik, yeri geldiğinde yine söyleriz: DOKUNDURTMAYIZ! Türk-İş’in 2007’den beri Genel Kurullarında aldığı kıdem tazminatı ile ilgili genel grev kararları var. Biz de sonuna kadar destekliyoruz. Duymayanlar için bir kez daha söyleyelim: DOKUNDURTMAYIZ!
Bir diğer konu özelleştirmeler.
Ben kendimi bildim bileli devam eden bir mücadele. Çünkü her özelleştirme; üretmeden tüketen, tükettikçe de tükenen bir toplum yarattı. 
Madenler gibi, demir çelikler gibi, TEKEL gibi, SEKA gibi üreten, katma değer yaratan, istihdam yaratan kurumlara Şeker Fabrikaları da eklendi. Bugüne kadar yapılan özelleştirmeler sonunda ne oldu; Devlet mi zenginleşti? Borçları mı azaldı? İşsizlik mi azaldı? Hayır! Peki ne oldu?
Milli değerlerimiz elimizden gitti; bize işsizlik ve borç olarak geri döndü. Telekom bir örnek. Adam borcunu taktı gitti, ödeyemedi. Millete yeni zam ve vergilerle yük oldu.
2019 yılında tank palet fabrikası gündeme geldi. Askeri bir işletme. Milli bir işletme. Önce kandırma yoluna gitmeye çalıştılar. Özelleştirme değilmiş de işletmesi 25 yıl süreyle devredilecekmiş. 
Oysa açın bakın Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun’un 18. Maddesine göre, böyle bir işlem bal gibi de özelleştirmedir arkadaşlar! 
Tepkilerimizden sonra bu kez akıllara zarar bir oyun hazırladılar: Tank Palet Fabrikası, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı askeri bir şirket olan ASFAT’a devredilecek. ASFAT fabrikayı dilediği şirkete 25 yıllığına kiralayacak. Kiracı şirket, devletin fabrikasında devletin işçisiyle tank üretecek. Söylentilere göre Aralık 2019’da bu işlem tamamlanacakmış. Takipteyiz.
Cumhuriyetimizin bakın 100. Yılına yaklaşıyoruz. Bu ülkenin milli değerleri büyük oranda yabancıların elinde. Banka ve finans şirketlerimizin büyük bir kısmı yabancıların elinde. Haberleşme aynı şekilde. Ormanlarımız Türk görünümlü yabancı madencilere peşkeş çekiliyor. Tarımda tohumu, gübresi yabancıların tekelinde. Liste uzar da gider. 
Bunları yapanlara, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini hatırlatmak, sabahtan akşama kadar yazdırmak lazım. Bunlar kimin millisi, kimin bekasına çalışıyor sormak lazım. 
Bu ülke bizim ve sahip çıkmak için elimizden geleni yapacağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
İşte özelleştirmenin getirdiği sorunlardan bir diğeri de taşeron sorunu. 
Taşeron düzeni de yine piyasacı zihniyetin ürünü. Özelleştirmeler nedeniyle işinden olan, kadrolu işçilerin yerini taşeronla doldurmaya çalıştılar. Sonuçta birçok sorunla birlikte iş cinayetlerinin de arttığını gördük.
Biliyorsunuz, Türk-İş, taşeronların kadroya alınmaları konusunda geçmişte çok saba sarf etmiştir.
Sonunda geçen sene kamudaki 1 milyon civarı taşerondan sadece 744 bini kadroya alındı.  Kadroya alındı ama geçmişteki hakları sıfırlandı. 
Yüksek Hakem sözleşmesi ile 6 aylık ücret zamları Yüzde 4 ile sınırlandı. Peki yıllık enflasyon kaç çıktı? YÜZDE 20. Zam artırıldı mı? HAYIR!
İşte bu nedenle, Türk-İş bir kez daha sorumluluk aldı ve 2019 yılında yürütülen kamu toplu sözleşme pazarlıklarında taşeronlara yapılan zamları masaya getirdi. 
Ancak %4’lük artışlardaki haksızlığa karşı verdiği bu mücadele karşılıksız kaldı ve hükümet maalesef 2020’yi işaret etti. Takdir taşeron çalışanlarındır. Biz de takipçisiyiz.
Peki iş cinayetlerine ne demeli?
Biz emekçiler, en büyük bedeli canımız ile ödüyoruz. Ölüyoruz Arkadaşlar; hem de onlarca, yüzlerce, binlerce ölüyoruz! İş başındayken ölüyoruz, sonra iş bitiyor; ölüm devam ediyor, seneler sonra meslek hastalıklarından ölüyoruz…
2015’den beri en az 8000 emekçi iş cinayetleri sonucu canlarından oldu. Ve bu sayıya meslek hastalığı kökenli ölümler dahil değildir.
Güvencesiz koşullardan en fazla etkilenen kesim şüphesiz kadınlardır. 2015-2018 arasında en az 500 kadın emekçi iş kazalarında yaşamını yitirdi. En az 1500 kadın ise uğradığı şiddet ve saldırı sonucu öldürüldü. Kadınlar şiddetle, ölümle anılır hale geldi. 
2018 yılı çocuk işçilikle mücadele yılı idi, en az 62 çocuk iş kazasında öldü. Son 5 yılda ölen çocukların sayısı ise en az 350. 
Kısacası, kadın, erkek, çocuk, ölen biz, baskı gören - yoksullaşan - işsiz kalan biz, vergiyi ödeyen biz, alın terini sermayeye vermek zorunda bırakılan yine biz. 
Bir başka sorun; ülkemizin kanayan yarası "basın özgürlüğü”… 
Basının özgür olmadığı bir yerde; halkın doğru haber alma ve buna göre düşünme, buna göre davranma hakkını da elinden alıyorsunuz. 
Nitekim, şu anda abartı mı olur bilmem; ama basın kuruluşlarının %90’ı baskı altında ve bizler bundan dolayı taraflı haberlerle karşı karşıyayız.
Birçok gazeteci özgürlüğünü yitirdi, işsiz kaldı, sendikal hak ve özgürlükleri yok edildi, sarı basın kartları iptal edildi; bugün 135’in üzerinde gazeteci cezaevlerinde…
Yine birçok yayın organı ya kapatıldı ya karartıldı… 
Oysa Bizler, demokrasi, özgürlük ve adalet kavramlarının tekrar bir arada olduğu bir ülke istiyoruz, çok mu şey istiyoruz?
Bir başka sorun; göçmen sorunu… 
Haziran 2019 itibariyle ülkemizdeki kayıtlı Suriyeli göçmen sayısı tamı tamına 3 milyon 614 bin. 
Diğer ülke göçmenlerini, kaçak göçmenleri de dahil edin gerçek göçmen sayısının tahmini 4 milyonu aştığı kabul edilebilir. 
Ege, Akdeniz ve Karadeniz'den Avrupa'ya geçmeye çalışırken yakalanan düzensiz göçmen sayısı 2009-2018 arasında tam 1 milyon 6bin. 
Bu dönemde yakalanan insan kaçakçısı sayısı ise 25 bin 600. 
Bu tablo yaşanan ve yaşanacak olan pek çok insanlık dramına işaret ediyor. 
İnsan tacirliğine, köleliğe, sömürüye, kayıtdışı çalışmaya, insanlık dışı çalışma koşullarına kapıları ardına kadar aralayan bir tablo. 
Temsil ettiğimiz işçilerin, işini, kazancını, sosyal güvenliğini, gündelik yaşantısını da etkileyen ve etkileyecek olan bir tablo.
Göçmen karşıtı veya ırkçı söylem ve eylemlere düşmeden bu ülkenin sendikaları olarak çıkacak sorunlar karşısında yapıcı bir politika belirlememiz hepimizin geleceği için son derece önemlidir. Afganistan-Pakistan hikayesinden ders çıkarmamız şarttır. 
Sonuç olarak,
İşsizliğe, ekonomik krize, enflasyona, hayat pahalılığına, borçlarımıza, tarımda, sağlıkta, eğitimde içine düştüğümüz duruma herkes şahit, biliyoruz yaşıyoruz. 
Buraya kadar anlattıklarım aslında iktidarın emekçilere bakışını çok net bir şekilde ortaya koyuyor. 
Yaptıklarının, Anayasamızın temelini oluşturan "sosyal hukuk devleti” anlayışı ile uzaktan yakından ilgisi yok! 
Oysa, biz emekçilerin haklarını garantileyen, yaşam standartlarını yükselten, eğitim hakkı, sağlık hakkı, sosyal güvenlik hakları, insanca yaşanacak ücret ve vergi adaleti, iş sağlığı ve güvenliği, sendika ve toplu pazarlık hakları, basın ve ifade özgürlüğü ve çevre gibi haklarımız Anayasamızla garanti altına alınan temek hak ve özgürlükler kapsamındadır. 
İşte geleceğimizi belirleyecek en zorlu en yaşamsal mücadele alanı budur. Beyaz yakalısından, mavi yakalısına, memuruna, köylüsüne, kadın ve erkeğine varıncaya kadar tüm toplumu içine alan bir mücadeledir.
Peki bizler bu tabloyu nasıl aydınlatacağız?
İşte; bu noktada bizlere düşen; "Sosyal Devlet, Sosyal Adalet, Demokrasi ve Eşitlik için”, birlik olmak, mücadele ve dayanışmayı güçlendirmektir. Hakkımızda karar verilen masalara güçlü biçimde oturmaktır. 
Sendikal hareketin yüzyıllardır en önemli mücadele alanlarından biri de Anayasal hukuk düzenidir, sosyal devlet, sosyal adalet, sosyal korumadır. 
Zaten Sendikal örgütlülüğümüzün amacı da bu değil midir? 
İşte bu; ayrıcalıklı emekçiler olarak; yani toplu sözleşme güvencesi ile çalışan sendikalı işçiler olarak; bizim tüm emekçilere karşı en önemli sorumluluğumuzdur! 
Bu sorumluluğu yerine getirmek için;
Haklarımızı bilmek ve bu hakların etrafında kenetlenmek, birlik olmak gerekir,
O haklarımızı, yerinde ve zamanında kullanmak vermek istemediklerinde ne pahasına olursa olsun korumak ve talep etmek gerekir.
O hakların kolayca kazanılmadığını her an hatırlamak, hatırlatmak ve zayıf düştüğümüzde elimizden gideceğinin farkında olmak gerekir.
Ayrıca; genç arkadaşlarımıza, sendikasızlara haklarımızı ve nasıl kazandığımızı anlatmak, onları birliğimizin, mücadelemizin parçası yapmak, yani örgütlenmek boynumuzun borcudur.
Bunları hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım. Her zaman "biz” olmanın gücüyle hareket edelim. İçimiz sadece kendimize titremesin, mücadelemiz işçi sınıfı için olsun.
İşte sıraladığım bu birkaç ilke sendikacılığın temelidir. 
Her anlamda çok zor süreçlerden geçiyoruz. Bu süreçler ancak ve ancak birlik, mücadele ve kararlığımızı sağlam tutarsak atlatılabilir. Ayrışarak değil birleşerek, birlik olarak kazanılabilir. Güven çok önemli. Bizler biliyoruz ki, birbirimize güvenirsek, birlik olursak, başaramayacağımız şey yoktur. Sendikal Örgütlülük de işte tam bu noktada kendini bulur! 

Sendikal Örgütlülüğümüzün, Haklı Mücadelemizin ve Biz Olmanın vermiş olduğu güven ile eşit ve adil yıllara hep birlikte ulaşacağımıza inanıyor, bu yolda yanımızda olan Basın-İş üyelerine, emekçilerine, kardeş sendikalarımıza ve tüm işçi sınıfına teşekkür ediyorum.  

GENEL BAŞKAN
SAVAŞ NİGAR